5 Mayıs 2024 Pazar

Schroth ya da diğer skolyoz egzersizleri ne kadar yararlı? Hastalarımız ve skolyozlu çocuklarımızda uygulamaya değer mi?

Bugün gördüğüm bir bilimsel yayın üzerine hem Schroth egzersizleri üzerinde tekrar düşünme fırsatım oldu hem de çeşitli konularda bloglar yazmış olmama rağmen bu konuya hiç eğilmemiş olduğumu farkettim. Bu eksiği gidermenin vakti geldi.

Konuyla ilgilenenlerin (hekimler, skolyoz hastası olanlar veya yakınları) bilebileceği gibi, Schroth egzersizleri yaklaşık 50 yıl önce tanımlanmış, skolyozu düzeltmeye yönelik bir egzersiz programı. Geçmişte de bu yönteme oldukça şüpheyle yaklaşmış olduğumu hatırlıyorum. Bu şüphenin ana nedeni konu üzerinde yeterli ve kaliteli bilimsel çalışmaların olmamasıydı. Çok sayıda yayın olmakla birlikte bu yayınların ortak özelliği, başarılı sonuçlar bildirmelerine rağmen neredeyse hepsinin hasta izlem sürelerinin çok kısa olmasıydı. Şimdi, 'Spine Deformity' dergisinde bu ay yayınlanan bir meta analiz sayesinde konu üzerinde yeterli ve kaliteli bir yayına sahibiz.

Bu yayının başlığı: The impact of patient scoliosis-specific exercises for adolescent idiopathic scoliosis: a systematic review and meta-analysis of randomized controlled trials with subgroup analysis using observational studies. İngilizce özetine https://doi.org/10.1007/s43390-023-00810-x adresinden ulaşabilirsiniz.

Sonuçlarına geçmeden kısa bir teknik bilgi vereyim. 'Meta analiz' olarak adlandırılan çalışmalar, literatürde bir konu üzerinde o zamana dek yayımlanmış tüm çalışmaları toplar, kalitelerine göre sınıflandırıp uygun kalitede olmayanları eler (bu sefer de toplam 2083 yayından 26'sı kalite standartlarını sağlayabilmiş). Sonra da bu yayınların veri ve sonuçlarını harmanlayıp tek bir veri seti halinde analiz eder. Böylece her biri çok da mükemmel deliller oluşturmayabilecek yayınların toplamından, çok yüksek delil düzeyine ulaşmayı mümkün kılan büyük bir veri tabanı oluşturulur. Zaten dergi de bu yayının delil seviyesini (Level of Evidence) 1 (bir) olarak vermiş. Yani bu sonuçlara kesinlikle güvenilebilir.

Çalışma diyor ki; kontrol grubu olan yayınlar (yani hastaların bazıları egzersiz yapmış, diğerleri yapmamış ve bu iki grup karşılaştırılmış) dikkate alındığında ortalama 14.5 +/- 20.0 ay sonra (bu yaklaşık olarak birkaç ay ile birkaç yıl sonrası anlamına geliyor) egzersiz yapan hastaların skolyozları yapmayanlara kıyasla 2.5 derece daha az bulunmuş. Tekrar yazayım: iki buçuk derece. Bu vesileyle skolyoz ölçümlerinin hata payının +/- 4 derece olduğunu da hatırlatmama izin verin lütfen.

Ayrıca, hastaların omurga rotasyonlarında (sırttaki çıkıntıya neden olana omurganın burulması) ve klinik skorlarında herhangi bir fark bulunmamış.

Bu durumda, baştaki soruma geri döneyim, ölçüm hata payı içinde (ortalama 2.5 derece) düzeltme sağlayacağını bilerek hastalarımızı ya da çocuklarımızı bu meşakkatli ve stresli uygulamaya maruz bırakmaya devam edelim mi?

Siz ne dersiniz?


29 Eylül 2020 Salı

Skolyoz cerrahisinde gerdirme tekniği kullanımı: Yeni sonuçlar ışığında bu tekniğe devam edilmeli mi?

Skolyoz cerrahisinde, özellikle iskelet gelişimini tamamlamamış hastalarda birkaç yıldır kullanılmaya başlanmış bir teknik olan ‘önden iple gerdirme’ konusuna daha önce de değinmiştim. O yazımda bu tekniğin en iyimser gözle “deneysel” olarak değerlendirilebileceğini belirtmiş ve etkinliği tam olarak kanıtlanmamış bir tekniğin kurtarıcı olarak sunulmasının sakıncalarına dikkat çekmiştim.


Aradan geçen zaman içinde, önden iple gerdirme konusunda bir miktar bilgi birikimi oldu ve bu yeni bilgilerin ışığında konuyu tekrar ele almak istedim. Tekniğin en az 1 yıllık sonuçlarını raporlayan son zamanlarda yayınlanmış birkaç çalışmayı özetlersek:


Yazarlarının ortalama 27 ay olmak üzere en az 1 yıl boyunca izlenmiş 31 hasta üzerindeki deneyimlerini paylaştıkları ilk çalışma ülkemizden. Alanay ve arkadaşları tarafından yayınlanmış bu araştırmanın   . sonuçlarına baktığımızda, uygulamanın değişik yaş ve gelişmişlik gruplarında değişik sonuçlar verdiğini, 4  hastada (%12.9)  akciğer sorunları ile, 6  hastada (%19.4) ise fazla düzelme, implant yetmezliği gibi mekanik sorunlarla karşılaşıldığını görüyoruz. Bir hastanın (%3.2) yeniden yatırılması, iki hastada ise (%6.5) yeniden cerrahi uygulanması gerekmiş.


İkinci çalışma ABD’den, Hoerncshemeyer ve arkadaşları tarafından yayınlanmış. Bu yazarlar da en az 1 yıl izlenmiş 29 hastayı rapor ediyor ve klinik başarı oranını yüzde 74 olarak veriyorlar.   14 hastada (%48) implant kırılması şeklinde mekanik komplikasyon görülmüş ve 6 hastada (%21) revizyon cerrahisi gerekmiş.


Paylaşacağım son çalışma ise yine ABD’den, Newton ve arkadaşları tarafından yayınlanmış. Bu yazarlar gerdirme tekniği uyguladıkları 23 hasta hastayla, arkadan füzyon tekniği uygulanan aynı yaş grubundaki 26 hastanın 2 ila 5 yıllık sonuçlarını karşılaştırarak paylaşıyorlar. Son izlemde gerdirme hastalarında skolyoz dereceleri ortalama 33 derece olarak bulunurken, füzyon hastalarında ortalama bu sonuç 16 derece olarak ortaya çıkmış. Gerdirme hastalarının 12sinde (%52) implant sorunları çıkmış, 9 revizyon cerrahisi gerekmiş. Füzyon grubunda ise hiç revizyon gerekmemiş.


Doğal olarak, çok az sayıda komplikasyon bildiren, aralarında Pehlivanoğlu ve arkadaşları tarafından yapılan yayının  da olduğu başka birkaç araştırma da mevcut.  Ancak genel eğilime bakıldığında önden iple gerdirme tekniği ile ameliyat edilmiş genç skolyoz hastalarının, geleneksel arkadan (posterior) füzyon tekniği ile ameliyat edilmiş hastalara göre daha yüksek oranlarda komplikasyon ve tekrarlayan cerrahilere maruz kaldığı ve son tahlilde skolyozlarının düzeltilmesinde elde edilen başarının füzyon yapılmış olanlara göre daha düşük olduğu görülüyor.


Bu bilgiler ışığında; 

Hem cerrahların hem de hastalar ve ailelerinin bu yöntemin uygulanması konusunda ısrar etmeleri ne kadar doğru?

Yetersiz bir yöntemin yetersiz olduğunu artık kabul etsek mi?


  1. Alanay ve ark, Spine 2020 Aug 1. doi: 10.1097/BRS.0000000000003643
  2.   Pehlivanoğlu ve ark, J Pediatr Orthop. 2020 May 15. doi: 10.1097/BPO.0000000000001590


10 Mayıs 2020 Pazar

Omurga sorunu olan hastalarda cinsel hayat (3): Kızımın skolyozu cinsel hayatını nasıl etkiler? Çocuk doğurabilir mi?

Bu soru genellikle anneler tarafından sıklıkla soruluyor.. Anlayabildiğim kadarıyla bu konuda o kadar çok hurafe var ki, aileler çocuklarında skolyoz olduğunu öğrendiklerinde, cinsel işlev ve doğurganlıklarının etkileneceğinden de ciddi endişe duyuyor.

 

Başlıktaki soruların kısa ve net cevapları şöyle:

·      Skolyoz hastalığı cinsel hayatı etkilemez.

·      Skolyoz hastalığı gebe kalmayı ve çocuk doğurmayı da etkilemez.

 

Bazı ekstrem durumlarda istisnalar olabilir. Mesela skolyoz nedeniyle ciddi gövde küçüklüğü veya akciğer ve kalp hastalığı olması gibi. Ama ana hatlarıyla, skolyoz ile cinsel hayatın ve doğurganlığı ilgisi yok. Telaşa da gerek yok.

 

Nasıl doğum yapılmalı?

 

Doğum konusunda genel bir standart yok. Kısaca izlemi yapan ve doğumu gerçekleştirecek olan ebe ya da hekimin tercihi neyse o şekilde olmalı. Eğer hem hekim hem de hasta normal doğumun uygun olacağını düşünüyorsa, anne adayının skolyozunun olması normal doğum yapılmasına bir engel oluşturmaz. Başka nedenlerle sezaryen tercih edilecekse, skolyoz bu tip bir cerrahiye de engel oluşturmaz.

 

Bu konuda tartışılabilecek en önemli nokta nasıl bir ağrı kontrol yönteminin uygulanabileceği. Bel bölgesinde çok ileri bir skolyoz olmadıkça, skolyozu olan hastalara epidural anestezi uygulanmasında herhangi bir sakınca yok. Bel bölgesi çok deforme ise, epidural anestezi uygulanması teknik olarak çok zor ya da imkansız olabilir. Yalnızca bu durumda caudal ya da pudental blok gibi diğer lokal ya da genel anestezi uygulamalarına gerek duyulabilir.

 

Ya skolyoz ameliyatı geçirmiş kadınlar?

 

Skolyoz ameliyatı geçirmiş olan kadınlar da rahatlıkla doğum yapabilirler. Bu konuda da izlemi yapan ve doğumu gerçekleştirecek olan ebe ya da hekimin tercihi neyse o şekilde davranılmalı. Anne adayının skolyoz ameliyatı geçirmiş olması normal doğum yapılmasına bir engel oluşturmaz. Başka nedenlerle sezaryen tercih edilecekse, geçirilmiş skolyoz cerrahisi bu tip bir cerrahiye de engel oluşturmaz.

 

Yine benzer şekilde, skolyoz ameliyatının bel bölgesine uzanmadığı anne adaylarında epidural anestezi uygulanmasında hiçbir sakınca yoktur. Ancak bel bölgesinde geçirilmiş cerrahi var ise o zaman caudal ya da pudental blok gibi diğer lokal ya da genel anestezi uygulamalarına gerek duyulabilir.

 

Sonuç; skolyoz ile cinsel hayat ya da doğurganlık arasında aslında gerçek bir ilişki yok. Her zaman söylediğim bir sözü tekrarlayayım;

·      Skolyozlu kişi esasen tümüyle normal bir insandır. Skolyoz, çok istisnai durumlar dışında kalıcı bir sakatlıkla ya da cinsel işlev bozukluğu ile sonuçlanmaz.

8 Mayıs 2020 Cuma

Omurga sorunu olan hastalarda cinsel hayat (2): Belinden ya da boynundan cerrahi geçirmiş hastalarda cinsel hayat

Sıkça akla gelen ancak genellikle dillendirilip soru haline getirilemeyen bir konu. Aslında bu sorunun cevabı, ‘ağrım olmasına rağmen cinsel aktivitem olsun mu?’ sorusundan daha kolay. Serimizin birinci yazısında tartışıp özetlediğim ağrılı bel ya da boyun yaklaşımı burada da geçerli. Esas olan ne kadar ağrı ve rahatsızlığınız olduğu ve doktorunuzun ne kadar kısıtlama önerdiği. Cerrahi sonrasında da eğer doktorunuza direkt olarak sormaktan çekiniyorsanız, doktorunuzun genel yaşam için verdiği öneri ve sınırlamaların  cinsel aktivite için de geçerli olduğunu düşünün.

 

Peki, cerrahiden ne kadar zaman sonra cinsel aktiviteye geri dönebiliriz?

 

Bu konuda da herkese uygun bir standart yok. Birincisi, ne büyüklükte bir cerrahi geçirmiş olduğunuz önemli. Örneğin, yalnızca bel ya da boyun fıtığı için mikro cerrahi geçirdiyseniz, kendinizi rahat hissettiğinizde genellikle 1 ya da 2 hafta içinde cinsel aktiviteye geri dönebilirsiniz. Ama mesela, büyük bir kanal darlığı açılması ve implant yerleştirilmesi ameliyatı sonrasında kendinizi rahat hissetme süreniz 3 ila 6 haftaya (hatta bazen birkaç ay) uzayabilir.

 

İkincisi, kişisel etkenler. Bazı insanlar herhangi bir travmadan sonra hayatlarına daha erken döner, bazıları biraz daha uzun bir nekahat dönemine ihtiyaç duyar. Zaten herhangi bir durum için kesin tarihler veremememizin nedeni de bu. Her kişinin kendini rahat hissetme zamanı farklıdır.

 

Nasıl?

 

Bu konuda da kesin bir rehber olmamakla birlikte, esas olanın eşlerin birbiri ile iletişimi ve ne yapılınca rahat ya da rahatsız olunduğunun fark edilmesi ve paylaşılması olduğunu düşünmek uygun. Cerrahi sonrasında da interneti dikkatli kullanın. Hem yalan yanlış kısıtlamalar önerilebiliyor, hem de herkese uygun olacağı varsayılan öneriler aslında düşünüldüğü kadar uygun olmayabiliyor.

 

Sonuç; doktorunuz tarafından aksi yönde görüş bildirilmedikçe, cerrahi sonrası cinsel aktiviteye ne zaman ve nasıl döneceğinize eşinizle birlikte kendiniz karar verin. Ne zaman ve nasıl rahat hissederseniz o zaman ve öyle.

 

Bir soru daha: Ameliyat olmak cinsel işlevlerimizi olumsuz yönde etkileyebilir mi?

 

Az bir ihtimal olmakla birlikte, evet, olabilir.

 

Bu iki şekilde mümkün;

·      Ameliyattan tam ya da kısmi felç ile çıkmak. Bu durumda, felç olan diğer hareket sağlayıcı sinirleriniz çalışmadığı gibi, cinsel işlevinizi yöneten sinirleriniz de çalışmayacaktır. Çeşitli nedenlerle felç olmuş hastalarda bildiğimiz anlamda cinsel işlev tümüyle ortadan kalkabiliyor. Neyse ki oldukça düşük bir ihtimal.

·      Özel olarak L5-S1 bölgesine önden yaklaşımlarda, bu bölgede yer alan tül gibi bir sinir ağının zedelenmesi. Bu sinir ağı erkeklerde penisin ağzından meni boşalmasını, kadınlarda ise ilişki sırasında vajinanın kanlanmasını ve ıslanmasını yönetiyor. Yaralanırsa erkeklerde meninin dışarı çıkmaması, kadınlarda ise ıslanma kaybı olabiliyor. Bu tip cerrahi oldukça nadir kullanılıyor ancak yine de bilmekte yarar var. Böyle bir cerrahi sonrası bildirilen sinir yaralanması olasılığı yüzde 1 ile 18 arasında değişiyor.

 

Sonuç;

1.     Omurga cerrahisi sonrası cinsel hayata geri dönmek mümkün. Ne zaman ne nasıl olacağına eşler doktorlarının önerileri doğrultusunda kendileri karar vermeli.

2.     Omurga cerrahisi cinsel işlevlerde bir iyileşmeye neden olabilir.

3.     Omurga cerrahisi, ciddi bir komplikasyon olarak, nadiren cinsel işlevlerde bozulmayla da sonuçlanabilir.

6 Mayıs 2020 Çarşamba

Omurga sorunu olan hastalarda cinsel hayat (1): Belinde ya da boynunda ağrılı sorunlar olan hastalarda cinsel hayat

Sıkça akla gelen ancak genellikle dillendirilip soru haline getirilemeyen bir konuya birkaç farklı açıdan yaklaşacağım.

 

1.     Belimde ya da boynumda fıtık, darlık, vb. ağrılı bir sorunum var. Cinsel hayatım olabilir mi? Olursa nasıl olmalı?

 

Öncelikle, bu konuda genel bir kural olmadığını belirtmek gerekli. Ana yaklaşım, diğer hayat aktivitelerinizde ne kadar kısıtlama gerekiyorsa, cinsel aktivitenizin de o kadar kısıtlanmasının uygun olacağı yönünde. Örneğin; herhangi bir hareketle ortaya çıkan çok şiddetli ağrı durumlarında, eğer doktorunuz bir süre mutlak istirahat öneriyorsa, bu durumun cinsel aktivitelerinizi de kapsadığını düşünmek uygun olur. Bu süreç genellikle kısadır ve çok ciddi sorun ya da yoksunluklara neden olmaz.

 

Ağrınız çok şiddetli değilse ve doktorunuz tarafından da özel bir kısıtlama önerilmemiş ise, bunun da cinsel aktiviteleri de kapsadığını düşünmek uygun olur. Bu durum daha çok kronik (sürekli) ağrısı olan hastalarda ortaya çıkıyor ve cinsel aktivitenin zararlı olduğunun düşünülmesi yoksunluğa ve sosyal sorunlara neden olabiliyor.

 

Sonuç; eğer doktorunuza direkt olarak sormaktan çekiniyorsanız, doktorunuzun genel yaşam için verdiği öneri ve sınırlamalar varsa bunların cinsel aktivite için de geçerli olduğunu düşünün.

 

Nasıl?

 

Bu konuda kesin bir rehber olmamakla birlikte, esas olanın eşlerin birbiriyle iletişimi ve ne yapılınca rahat ya da rahatsız olduğunun fark edilmesi ve paylaşılması olduğunu düşünmek uygun. İnternette “şuranız ağrıyorsa böyle yapın” gibi bazı bilgiler var ama, bunların herkese uygulanabileceğini düşünmüyorum.

 

Sonuç; belirli durum ve pozisyonlarda sizin ya da eşinizin ağrısı oluyorsa o durumlardan kaçının, daha rahat olduğunuz şekilleri deneyin.

 

2.     Belimde ya da boynumdaki sorun cinsel aktivitemi etkileyebilir mi? Tedavi ya da ameliyat olursam cinsel hayatım da iyileşebilir mi?

 

Evet, özellikle bel ve boyun darlıkları, yani spinal stenoz, ya da tıbbi dilde ‘cauda equina sendromu gibi beldeki büyük fıtıklar nedeniyle ortaya çıkan sinir basıları ’ hem erkeklerde hem de kadınlarda cinsel işlevleri olumsuz yönde etkileyebilir. Bu durum erkeklerde genellikle ereksiyon güçlüğü ya da kaybı, kadınlarda ise uyarılma ya da ıslanma kaybı olarak ortaya çıkıyor.

 

Bu durumlardan cauda equina sendromu ani gelişen  gerçek bir tıbbi acildir ve çok hızlı bir şekilde cerrahi tedavi edilmesi gerekir. İşlevlerin geri dönmesi genellikle ne kadar hızlı cerrahi müdahale yapıldığına bağlıdır. Neyse ki oldukça nadir bir durumdur.

 

Daha sık rastlanan spinal stenoz yani omurga kanal darlıklarındaysa   cerrahi ile darlığın giderilmesinin hastaların cinsel hayat ve işlevlerinde olumlu etkiye sahip olduğu biliniyor. Tabii burada bahsedilenin tedavi olan tüm hastalarda ortalama bir iyileşme olduğunu belirtmek gerek. Tek tek her hastada ne kadar iyileşme olacağını bilmek mümkün değil. Tedavinin geciktirilmesinin de ne kadar önemli olduğunu net olarak bilemiyoruz ama, ciddi ve kalıcı sinir hasarı ortaya çıkmadan yapılan müdahalelerin daha iyi sonuçlar vereceğini düşünmek uygun olur.

 

Sonuç; evet, omurga sorunları, özellikle sinirlere baskı yapıyor ise cinsel işlev bozukluklarına neden olabilir. Ve evet, sinir basısı ortadan kaldırılınca kaybedilmiş cinsel işlevler tekrar geri dönebilir.



22 Mart 2020 Pazar

Corona günlerinde bilim (2): Bu insanlar neden uyarılara rağmen sokakta dolaşıyor?

Corona virüs hastalığı (COVID-19) üzerine yazılarımın bu ikincisinde, bana hep ilginç gelmiş bir soruyu tartışmak istiyorum.

Soru şu: 
Toplulukların şok ya da acı karşısında tepkileri kişilerin tepkileri gibi incelenebilir mi?
ya da daha teknik bir ifade ile, kayıp ya da hastalık ile karşılaşıldığında verdiğimiz tepkileri tanımlayan ve evrelendiren Kübler-Ross modeli topluluklara uygulanabilir mi?

Bu soru nerden aklıma geldi?
Hep birlikte, COVID-19 hastalığı konusunda yapılan uyarı ve telkinlere uymamakta ısrar eden birçok insanın basında ve sosyal medyada teşhir edilişini ve neredeyse lanetlenmesini izliyoruz. Bir kısmımız bu insanların cahil olduklarını, diğerlerimiz ise umursamaz olduklarını düşünüyor. Ne kadar cahiliz tartışmasına hiç girmeden, acaba bu davranış şeklinin temelinde başka bir faktör olabilir mi diye düşündüm ve kendime şu soruyu sordum; bu durum cehaletten mi ya da umursamazlık dan mı kaynaklanıyor, yoksa daha bilimsel bir açıklaması olabilir mi?

Önce, Kübler-Ross modeli
Elisabeth Kübler-Ross 2000'in üzerinde ölmekte olan hasta ve yakınları üzerinde yaptığı, bu kişilerin tepkilerini ölçen ve standardize eden çalışmasını 1969 yılında bir kitap olarak (On Death and Dying, Scribner, 1969; Ekin Uşaklı tarafından Türkçe çevirisi: Ölüm ve Ölmek Üzerine, April yayıncılık, 2011) yayınladığında bu konuda yeni bir devir açıldı ve bu gibi derin yas ve elem durumlarında verilen tepkilerin aslında standart bir evrelendirme sistemi ile incelenebileceği anlaşıldı. Kübler-Ross'a göre bu evreler şu şekilde gelişmekte:

  1. Şok ve inkar
  2. Öfke
  3. Pazarlık
  4. Depresyon
  5. Kabullenme
Bu evrelerin zamana yayılımı, ve bu süreç içinde kişinin moral ve enerji durumu kısaca aşağıda şekilde özetlenebilir:
Görülebileceği gibi, ani ve beklenmeyen bir acı ile karşılaşıldığında, kişilerin ilk tepkileri inkar etmek oluyor ve açıkçası bu evrede kişinin enerjisi ya da moral düzeyi oldukça yüksek olabiliyor. İzleyen evrelerde bu enerji ve moral düzeyi neredeyse depresyon olarak adlandırılabilecek seviyeye kadar düşüyor, ta ki, acı kabul edilip onunla birlikte yaşamaya uyum sağlanana dek.  Tabi, bu evrelerin süreleri kişilerde farklı olarak ortaya çıkabileceği gibi, bazı kişiler bazı evrelerde takılıp daha ileri gidemeyebilirler de.

COVID-19'a verilen tepki bu modele uyar mı?
Açıkçası, bilmiyorum. Bu konuda bir kaynak araştırması yaptım ama modelin topluluklara uyarlanması üzerine herhangi bir kaynağa ulaşamadım. Ama yine de, COVID-19'a verilen toplumsal tepkiye bakınca ilk aklıma gelen Kübler-Ross modeli oldu diyebilirim. 
Acaba, birçok insanın bu hastalığa inanmaması ya da ciddiye almaması 'şok ve inkar' evresinde olmaları ile açıklanabilir mi? 
Hastalığın nedenleri konusunda acayip fikirler öne sürmek (yarasa yemek, fuhuş, homoseksüeller vb.) ve cezalar kesmek öfkemizin yansımaları mı?
Ya da, bir önceki yazımda vurguladığım değişik tedavi yöntemlerinden medet ummak pazarlık evresinin?
Bu gözle bakıldığında henüz ülkemizde çok ortaya çıkmamış ancak hastalıkla bizden daha önce tanışmış ülkelerde (ör. İtalya) ciddi bir toplumsal depresyon (her ne kadar balkonlarda şarkı söyleyenler de varsa da) geliştiği de görülebilir.
Kabullenmiş ve uyum sağlamış toplumlar olarak da Çin ve Güney Kore örnekleri verilebilir belki.

Sonuç:
Bu yazımın amacı, yalnızca COVID-19 hastalığına karşı verdiğimiz ya da vermediğimiz tepkilerin kişisel değil, aslında bilimsel bir model üzerinden açıklanabilecek tepkiler olabileceğini düşündürebilmek. Doğal olarak, bu önermemin mutlaka doğru olduğunu iddia edemem, sonuç olarak bir Sosyal Bilimci değilim.
Ancak yine de, 'inkarcı ve uyumsuzlar'a bakışımızda farklı bir açı oluşturabilir, belki.

Corona günlerinde bilim (1): Corona virüs hastalığının (COVID-19) mucizevi bir tedavisi var mı?


Corona virüs hastalığının (COVID-19) dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de yaygınlaşmaya başlaması görebildiğim kadarıyla iki ana toplumsal tepkiye neden oldu. Bunlardan biri hastalığın tedavisi için mevcut ilaçlardan mucizevi çözümler beklemek (bu yazının konusu), diğeri ve daha yaygın olanı ise hastalığı veya hasta olma olasılığını azımsamak, inkar etmek (serinin ikinci yazısının konusu).
Mucizevi tedaviler içinde önemli bir kısmı geleneksel tıp ya da beslenmeye dayanan öneriler. Bu grup yaygın olmakla birlikte, neyse ki, toplumsal bir inanılırlık ve güvenilirlik kazanma konusunda başarısız görünüyorlar. Televizyon ekranlarının fonksiyonel tıp ya da beslenme vb. uzmanlarından büyük ölçüde temizlenip şöyle ya da böyle tekrar bilim insanlarına açılmasını bu açıdan olumlu bir gelişme olarak bile değerlendirebiliriz.
Ancak, bilimsel görünen veriler ve bulgular da yanıltıcı olabiliyor, bu yazıda esas olarak bu durumu incelemek istiyorum, yakın zamanda ortaya atılan ‘hidroksiklorokin (Plaquenil)’ örneği üzerinden.
Hidroksiklorokin (Plaquenil) COVID-19 tedavisinde gerçekten yararlı mı?
Bu sorunun cevabını, böyle bir olasılığın mümkün olabileceği şeklinde vermek gerekli. Ama gerçekten o noktada mıyız ve hastalarımıza ya da sağlıklı insanlara bu ilacı verelim mi, bu ayrı bir tartışma.
Hidroksiklorokin (HKl) kullanımı bir süredir sosyal medyada (kısıtlı da olsa) giderek artan bir destek buluyordu, ancak ABD başkanı Donald Trump’ın Tweeter hesabından paylaştığı bir mesaj ile, bu desteğin daha da artması beklenmeli. Trump, HKl ve Azitromisin (bir antibiyotik) kombinasyonunun hastalığı önlemede mucizevi sonuçlar doğurduğunu ve ABD halkına derhal uygulanması gerektiğini söylüyor. Gerçekten öyle mi, bakalım:
İddianın kaynağı Gautret ve arkadaşlarının International Journal of Antimicrobial Agents dergisinde 20 Mart tarihinde yayınlanan bir yazısı (tam metin için tıklayınız). Bu yazıda, randomize edilmemiş toplam 36 hastanın (20 HKl, 6 sında ek olarak Azitromisin kullanılmış; 16 kontrol) 14 gün içinde hastalığın nedeni olan SARS-CoV-2 virüs yükünden kurtulma oranları inceleniyor ve özellikle KHl + Azitromisin gurubunda 3. günden başlayarak virüsten temizlenmenin anlamlı olarak daha fazla olduğu sonucuna varılıyor. Buraya kadar iyi, böyle bir iddianın ABD başkanı tarafından kabul görmesinde de pek sorun yok.
Ancak;
Yazı daha ayrıntılı incelendiğinde, bazı sorunlar ortaya çıkıyor.
·      Yazarlar aslında 26 tedavi (HKl) hastası ile başlamışlar ve 6 hastayı takip edemediklerinden çalışmadan atmışlar. Takip edilememe nedenleri:
o   3 hastanın yoğun bakıma naklinin gerekmesi,
o   1 hastanın ölmesi,
o   2 hastanın da kendi istekleri ile tedaviyi sonlandırması (muhtemelen HKl kullanımını tolere edememeleri nedeniyle)
·      Yazıdaki rakam, tablo, figür ve istatistik değerlendirmeler bağımsız araştırmacılar tarafından doğrulanamıyor (ilgilenenler için PubPeer değerlendirmeleri burada)
·      Yazarlar hastaları 14 gün takip etmek üzere başlayıp 6. günden daha ileri takip sonucu vermiyorlar.
·      Yazı yayınlanmadan önce gerçek bir bilimsel değerlendirme (bu gibi yazılar için standart olan ‘peer review) yapılmamış ve yazarlardan biri yayınlandığı derinin editörü.
Tüm bu sorunlara bakıldığında, ABD başkanı tarafından da refere edilmiş olan bu yazının bilimsel değerinin çok çok düşük olduğu görülüyor.
Tabi başka sorunlar da var;
·      Dünya genelinde 300.000’den fazla hasta sayısı olmasına rağmen yalnızca 36 hastanın çalışılmış olması,
·      Başarılı sonuç kriterinin gerçek bir klinik sonuç değil (mesela ölüm ya da sağkalım) bir indirekt (proxy) sonuç üzerine kurgulanmış olması,
·      En önemlisi, dünya genelinde %4.2 (308.594 vakada 13.069 ölüm) ve ülkemizde %2.2 (947 vakada 21 ölüm) olduğu düşünüldüğünde, %3.8 (26 vakadan 1’i) ölüm ve %11.5 yoğun bakım (26 vakadan 3’ü) oranının başarılı bir tedaviyi işaret etmekten uzak olması, gibi.
Tabi, HKl kullanımının neden olabileceği yan etkilerden bahsetmiyoruz bile (İngilizce ve Türkçe kaynaklar).
Sonsöz:
Bu gibi kriz durumlarında çıkmadık candaki umutlara sarılmak kadar doğal bir şey olamaz. Ancak yöneticilerin ve özellikle hekimlerin görevi halkı doğru ve sağlıklı şekilde bilgilendirmek ve tedavi etmek olmalı. Her duyduğumuza inanmayalım, COVID-19 tedavisinde de gerçek bilimi referans alalım.